Galata Köprüsünün yeri doldurulmaz ve unutulmaz anısına…
Köprüler, gerek insan yapısı gerek doğa yapısı her tür engeli aşmamızı, insanların yanında ulaşım ve taşıma araçlarının geçmelerini sağlayan yapılar. Dünyanın her yöresinde binlercesi görev yapmakta. Bazılarının üzerinden günde bir kaç kez geçeriz şöylesine bir göz bile atmadan. Belki de bu alçakgönüllü yardımcılara biraz daha sıcak bakmakta yarar var.
Köprüler temel anlamda tek amaca yönelik yapılar. Zaten bu tek amaçlılıkları değil mi onları diğer yapılardan ayıran. Bir an binaları düşünelim, ne çok gereksinime yanıt getirmek zorundalar, ısıtma, havalandırma, aydınlatma ve daha pek çok işlerle boğuşmaktalar. Bunca karmaşık ilişkiler yumağında çoğu kez taşıyıcı sistem baskın bir özellik olmaktan çok uzak kalıyor. Halbuki bir köprüde, taşıyıcı sistem en baskın ve belirgin tanımlayıcı. Bu taşıyıcı sistem köprünün tüm tasarımına ve oluşumuna etki etmekte, kullanılabilir boyutlarını bile sınırlamakta. Bir köprünün başlıca amaçları sağlam ve kullanışlı olması, en azından günümüze değin bu böyle süregelmişve varoluşnedeni olmuş.
Ancak bir köprünün kullanışlılık dışında hiç bir yapısal işlev taşımadığı ne kadar iddia edilse de, inşaat mühendisliğinin çevremizdeki en göze çarpan eserleri olduğunu ve bu yönleriyle de değerlendirilmeleri gerektiğini yadsıyamayız. Onlar, üzerlerinden geçip gitsek de, yanlarından dolaşsak da sürekli olarak etkileşimde bulunduğumuz kentsel veya kırsal mekan elemanları hatta yerine göre bazen mekanın kendisi. Kentlerin tanımlayıcısı olmuş, yeri gelmişiçinde konutlar, dükkanlar barındırmış, nehirlerle isim ortaklığı yapmışbu yapılarla yeterince yakınlık kurabiliyor muyuz?
Taşıyıcı sistem önemli diyorduk, gerçekten de köprü, mühendisleri en çok uğraştıran yapılardan biri, tabi kent planlamacıları da. Yapım kolaylığı, ekonomiklik, güvenlik, işlevsellik gibi tasarım kriterleri yanında bir binaya gösterilen görsel tasarım etütleri ağırlık kazanmakta. Çağdaşhesap yöntemleri, yapı malzemeleri, optimizasyon yazılımları yardımıyla bir köprünün işlevselliğini sağlamak artık önemli bir sorun oluşturmuyor ancak bazen çoğumuz günden güne köprülere yabancılaştığımızı düşünmüyor muyuz? Teknoloji harikası köprüleri, yapıldıktan sonra çevreleri ile birbirine yakıştırma zorlamasına girmiyor muyuz? Ya da kentlerin çirkinleşmesinde betonu, çeliği ve camı suçlama kolaycılığına gitmek gibi köprülerde de infrastrüktürleri suçlamak ne kadar doğru?
Peşpeşe pek çok anlamsız suçlama, sayısız eleştiri, özeleştiri ve günden güne uzaklaştığımız, küçümsemeye başladığımız ama bize tepeden bakan köprüler. Suçlu biraz beton, biraz çelik, sonra?
Köprüler çok uzun ömürlü yapılar. Biraz duyarlılıkla tasarlandığında bir sanat eseri olabilecek kadar alçakgönüllüler. Örneklerini tüm dünyada görüyoruz, tabi yakın çevremizde de, üzerlerinden mutedil dalgalı biçimde geçiyoruz bazen, kirli hava, insan ve araç yığınları karmaşasında “bir an önce geçeyim” dediğimiz oluyor. Sökülmüş kaplamalar, boyasız ve bakımsız, vadesini doldurmuşçasına nefes alıp veren Galata Köprüsü ve yanında sancılı bir doğumun ürünü olacak kalıtçısı. Gün gelip bir beton yığını olmakla suçlanacak o da, hem de hiç hakketmediği bir biçimde ve belki de soramayacak “ben burada ne arıyorum” diye.
Armoniyle varız. Bu iç uyum güzelliği getiriyor ve bu atonal müzikte de aynı, tonlar ötesi bir uyum, armoni kitaplarının tanımlayamadığı bir uyum değil mi? İnsan ve çevresi arasındaki kopmaması gereken ama oldukça kırılgan bir bağ var ama köprülerin atılması an sorunu, sonra yeni bir köprü inşa etmek… Hangi kıyılara?
Gökalp Baykal, Ekim 1990