Bülent Tanatar
9 Temmuz 1998 – Yayımlanmamış söyleşi
Konuğum 1997 sonbaharında Ağustos 1996 adlı albümü yayınlanan Gökalp Baykal. Kimimiz kendisini yıllardır “yeraltı” kayıtlarıyla tanırken kimimiz de onu “müzik yazarı” olarak tanıyoruz, hatta bazılarımız ise onu yazdığı bilgisayar kitaplarıyla tanıyor. Biz bugün onun müzisyen yönünü konuşacağız.
Müzik serüveniniz nasıl başladı ve nasıl seyretti?
Müzik dinlenen bir evde büyüdüm, ama ailede enstrüman çalan kimse yoktu. İlk 45′lik plaklarımı ilkokuldayken almaya başladım (Berkant “Samanyolu”, Cem Karaca “Resimdeki Göz Yaşları”, Barış Manço “Seher Vakti”, Alpay “Fabrika Kızı” gibi), halen daha plakçıları zengin etmeye devam ediyorum. Zamanla beğenilerim çeşitlendikçe yabancı kaynaklı müzikler de arşivime girmeye başladı, radyodan sürekli makara bantlı teybe kayıtlar yapıyordum. Lise yıllarında LP’ler almaya başladım; aklıma ilk gelen örnekler: Neil Diamond, Gilbert Becaud, Shadows, Barış Manço ve bir kısım disko müzikleri. Ve tabii arkadaşlarımla müzik değiş tokuşlarına başladım; Bob Dylan, Creedence Clearwater Revival, Beatles ve rock’n’roll klasikleri. Daha sonra Neil Young, Paul Simon ile Leonard Cohen geldi. Göreli olarak geç sayılabilecek bir yaşta müziğe başladım; üniversite yıllarımda kazandığım ilk parayla kendime bir kontrplak gitar alarak kendi kendime gitar çalmasını öğrendim. Gitar sesi, sedası, duruşu ve dinlediğim müziklerdeki konumu itibariyle beni fazlasıyla cezbediyordu, üstelik taşınması kolay, ekonomik ve bir nebze “plebyen” bir enstrüman olduğundan fazlaca sorgulamadan gitarda karar kıldım. Gitar virtüözü olmak için artık çok geçti, bu yüzden belki de kendimce “rasyonel” bir tercih yaparak kendi şarkılarımı yazma yolunu tuttum. 80′lerin başında ilk şarkılarımı yazdım. “Üç Dünya, “Sürgünden Gelen Gemi”, “Yolda Bir Yerde” o dönemde yazıldı. Yine aynı yıllarda ilk grubumu kurarak çeşitli toplu konserlerde çaldım. Bu toplu konserlere çok fazla katılım vardı, ancak birkaç şarkı çaldırıyorlardı gruplara. Üniversiteler bitip zorunlu iş, askerlik gibi hayatın dayatmaları kendini gösterince grup dağıldı, herkes kendi yoluna gitti. Bir başıma kalmak iyi gelmişti, daha çok yazmaya yöneldim. Bu yazma sözünü iki anlamda kullanıyorum. Hakikaten bu dönemde hem müzik üzerine yazılar, hatta bir kitap, hem de artık bir albümü dolduracak kadar şarkı yazdım. Nitekim 1985′de “Bir Şarkı Irmağı-Bob Dylan” adlı kitabım yayınlandı, 1986′da da “Kedilerin Günü” adlı ilk demo bandımı kaydettim.
Kedilerin Günü nelerden söz ediyordu? Kimler vardı?
Çoğunlukla karamsar şarkılardı. Düşünen bir insanın yaşama bakışını anlatıyordu, bu bakış yaşamın filmini çekmek gibi değildi tabii, olayları kendi iç dünyamın filtresinden geçirerek şarkılara yansıtıyordum. Çok soyut anlatımlar vardı, biraz alegorik biraz gerçeküstü … Şarkı sözünden çok şiire benziyorlardı sanırım. Üzerlerinde çok uğraşmıştım, artık o kadar uğraşmıyorum. Az lafla çok şey anlatmak istiyordum. Herhangi bir türü zorlayan şarkılar yoktu, “punk” ile “şanson” arasında gezinen on tane şarkı… Bunları arkadaşım Şükrü Yüksel’e (Hardal’ın beyni) dinlettim, “kayda” değer buldu. Özkan Turgay dört kanallı kaset teyp ile Galata kulesi sanatçı soyunma odasında iki günde kaydetti. Şükrü ve Alper (Karamahmutoğlu) gitar çaldı. Alper ile çalışmalarımız sonraki yıllarda da devam etti. 1992′de de, bu kez bizim evde, ikinci bir demo kaydettik. Yine dört kanallı kasete. Adı da “Evimde” oldu. Müzikal açıdan belki daha olgun parçalardı. Üstelik sıkı gürültü yapmıştık.
Peki akıbeti ne oldu bu demoların?

Müzik yapımcılarına gittik doğal olarak. Büyük bir sessizlik… Görmezden gelme… “Bunlar tutmaz” öğütleri… Herkesin başına gelen türden şeyler. Biraz daha ciddi yaklaşanlardansa, şarkıların sound’unu çok sert bulanlardan, sözleri çok uçuk bulanlara kadar bilumum tepkiler. Tabii tüm bunlar fazlasıyla yıldırıcıydı ve etkilenmememiz imkansızdı. Bu oluşum da dağılmakta gecikmedi. Yine de gerek “Kedilerin Günü”nün gerek “Evimde”nin kasetleri elden ele dolaşıyordu. Bayağı bir dağılmaya ve yayılmaya başlamıştı. Neyse ki müzik dinleyicileri müzik yapımcılarıyla aynı fikirde değildi. Halen de dinleyicinin onlardan çok daha ileride olduğuna inanıyorum. Elimde çok sayıda şarkı vardı ve çoğunu da dört kanal kaydetmiştim, ama yeni bir demo macerasını göze alamadım. Klavye çalmayı öğrendim, deneysel albümler yaptım, ama bunları pek dağıtmadım.
Ne gibi deneysel çalışmalar?
Hiç gitar kullanmadan, klavye, teyp bantları ile yapılmış çalışmalar. Aslında bunların bir tanesini Deniz’in dükkanına bıraktım: “Mr G Meets Dylan Thomas”. Adamın şiir plaklarının üzerine doğaçlama müzik bindirme yoluyla bir deneme. Daha sonra aynı şeyi Charles De Gaulle’ün söylevleri üzerine de yaptım, ama evde rafta duruyor, Fransızların bile haberi yok. Sonra bir enstrümantal albüm olan “Büyük Gerçek”, demo falan değil, ama o da rafta bekliyor.
Bir yerde Ağustos 1996′nın da bir demo olduğunu söylüyorsunuz. Ancak Kod Müzik’ten bandrollü olarak yayınlandı, kayıtlara geçti. Gerçekten de o bir demo bant mı?
Ağustos 1996 gerçekten de bir demo bant. Öncekilerden belirgin farkları var tabii. Bir kere sekiz kanallı kaset teyple kaydedildi. Bilgisayar ve MIDI desteğinden yararlanıldı. Daha kaliteli efekt prosesörleri kullanıldı, tüm enstrümanları kendim çaldım ve ilk kez bazı şarkılarda başka bir vokal (Kayhan Yavuz) kullandım. Şarkıların çoğu bu albüm için yazıldı, en azından sekiz tanesi. Bu bantı da müzik yapımcılarına götürdüm ve yanıtlar benzerdi. Bu parçaların her kulağa hitap eden, melodik ve kolay anlaşılır şarkılar olduğunu düşünüyordum. Bu görüşüm halen değişmedi, ama nedense müzik yapımcıları bu kez de hiç beklemediğim biçimde “kategorize ettiler” ve tür sorunu, halk anlamaz, çok güzel ama çok “batılı” benzeri yaklaşımlarıyla beni onore ettiler. Bu işin şakası tabii, konu onur meselesi falan değil. Ben bu albümün çok daha iyi koşullarda ve canlı müzisyenlerce kaydedilmesini istiyordum, o zaman daha gerçek bir albüm gibi olabilirdi. Nelere ne paralar yatırılıyor biliyorsunuz. Sonuçta bunca tantana ve patlama masallarının ardından ülkede müzik ileri mi gitti? Ne oldu, teknoloji kullanımının yaygınlaşmasından öte ne elde edildi? Birilerinin bir yerde hata yaptığını düşünüyorum. Neyse lafı uzatmayayım, sonuç olarak alternatif müzik yapımcısı genç Kod Müzik bu demoyu olduğu gibi yayınlamaya karar verdi, ne sorgu ne sual… Demo bant üzerinde son bir kaç rötuş yaptım ve mastering sonrası bizim demo, albüm oluverdi.
Ağustos 1996 albümü gerek sound gerek şarkılar açısından nerede duruyor? Özde eski çalışmalardan, demolardan ayrılan tarafları neler?
Öncelikle duygu bütünlüğü konusu var; içerik olarak birbirinden çok farklı şarkılar gibi görünmelerine karşın, aynı kaygıya yönelikler. Bu, “ben” Gökalp Baykal ile “sen” Gökalp Baykal arasındaki tahammül edilmez çelişkiyi ve bitmeyen çatışmayı dile getiriyor. Eskiden belki de bu konuda daha az kaygılıydım. Hayal gücüm şarkılarda baskınlığını fazlasıyla sürdürmekle birlikte, albümde yer yer günlük dille anlatımı öne çıkarttım. Bu, bir anlamda, kendi çapımda “şiir”den “şarkı sözü”ne daha fazla açılma gibi. Gerçi derdimi anlatmak için kullandığım biçimlerde keskin ayrımlar gözetiyor da değilim. Şiir ile şarkı sözünün birbirinin yerine kullanılması ülkemizde de dünyada da halen terk edilmiş değil zaten. Sound’a gelince, bu albümde eskisinden daha az gürültü yaptığım kesin; hatta hemen hemen hiç… Yer yer daha akustik bir sound, 12 telli gitar, piyano, org… Eski kayıtlarda bunlara daha az rastlardınız; varsa da hep biraz serttiler. Her ne kadar kısa süre içinde kaydedildilerse de, bu şarkıların düzenlemeleriyle bayağı uğraştım; kayıt teybinin karşısında uzun süre durmak beni sıkıyor, ama beş akorlu bir şarkıyı süse kaçmadan zenginleştirmek için saatlerimi, günlerimi harcayabiliyorum. Harcadım da… Sonuç olarak Ağustos 1996 bence, anlattıklarıyla hiç de “akıllı uslu” bir albüm değil.

Ağustos 1996′nın aldığı tepkiler sizi tatmin eti mi? En azından beklediğiniz gibi mi oldu?
Herhangi bir yanlış anlamaya mahal vermek istemiyorum, ama gelen tepkilerin çoğunlukla beklediğim gibi olduğuna inanıyorum. Ağustos 1996′ya güveniyordum ve gerek müzik çevrelerinde gerekse basında çok olumlu eleştiriler aldı. Bunlar bir “amatör” müzisyen için çok sevindirici. En azından yıllarımı boşa harcamadığım konusundaki inancım güçlendi, inadım tazelendi. Ne kadar dağıtıldı, ne kadar satıldı, o konuda henüz bir bilgim yok. Sonuçta alternatif bir firma olan Kod Müzik’in elinden geleni yaptığını sanıyorum. Zaten burada öncelikle üzerinde durulması gereken, müziğime yönelik yaklaşımlar.
Ağustos 1996′nın “zor bulunan” bir albüm olduğu söyleniyor, doğru mu?
Olabilir, pek fazla aramıyorum, ama albümde “Zor Bulunan” adlı bir şarkı var, onunla kafiye yaptığı için olsa gerek. Umarım “Yıllar Boyunca” böyle olmaz. Şaka bir yana, daha iyi bir dağıtım ve tanıtım yapılabilirdi… Neyse şu “elden gelme” meselesi işte… Kimseyi suçlamak istemiyorum…
Yeni bir albüm projesi daha olduğundan söz ediliyor?
Yeni bir albüm projesi var. Aslında projeliği de aşmış durumda, kayıtları büyük ölçüde çoktan bitti. Benim açımdan son birkaç şarkı, kapak, mastering gibi ayrıntılar dışında konu kapandı sayılır. İş bunu yayımlayacak firma bulmaya kaldı. Bu albüm önceki çalışmaların tümünden farklı bir ortamda üretildi. Evet, şarkıların bir kısmı için hayatımda ilk kez stüdyoya girdim. Bir kısım kayıtlar evde yapılmıştı, bunların üzerine stüdyoda eklemeler yaptık. Bazıları ise tümüyle yalıtılmış ortamda kaydedildi. Bu kez her şey kanlı canlı insanlar tarafından çalındı; davullar davulcu, baslar basçı, nefesliler saksofoncu tarafından vb. Her enstrümanı ustası çaldı. Bir kısmı deneyimli, bir kısmı sıfır kilometre müzisyenler… Oldukça eğlenceli bir çalışma oldu ve kayıtlar oldukça kısa sürdü. İlginçtir, bu albüm sanal bir grup tarafından kotarıldı sayılabilir; pek çok müzisyen birbirinden farklı mekanlarda, birbirini görmeden, hatta tanımadan çaldılar. Sonuçta bu bir grup albümü değil, grup başka bir tasarım ve sanıyorum çok çetrefil bir süreç gerektiriyor. Şu anda gençlerden oluşan bir grupla provalar yapıyoruz. Hatta geçen Aralık ayında Borusan Kültür Ve Sanat Merkezi’nde bir dinleti gerçekleştirdik; akustik ve “oturarak” bir dinleti. Bir süredir elektrikli bir ortamda çalıyoruz; bar konserleri veriyoruz; ilgi son derece iyi; tabii yine sıkı gürültü yapıyoruz. Şu anda yeni şarkılar ile bir başka albümün hazırlıklarını yapıyorum.
Ya yeni albümdeki şarkılar, albümün adı yine tarihli mi olacak?
Bu kez eskisi kadar gerçekçi bir ad vermeyeceğim. Büyük olasılıkla “Yabancılar” olacak; ama bilemiyorum, tam olarak emin değilim aslında. Neyse şarkılara gelince; bir kere eski demolarda yer alan bazı şarkılar yeni düzenlemelerle yer aldı; bazıları tanınmayacak kadar değişik yorumlandı. Bilenler hemen hatırlayacak mı bakalım… Yeni şarkılar var, oldukça sert yorumlanmış yarı ev, yarı stüdyo kayıtları. Bir iki akustik kayıt da olacak belki, tek gitarla çalınmış, kim bilir… Özetle hem içerik hem de yapı olarak geçmiş ve gelecek deneyimlerin ürünleri olarak tanımlanabilirler.
Türkiye’deki müzik içerisinde kendinizi nerede görüyorsunuz?

Müzik bir duygu işidir. Ben duygularımı şarkılarımla dile getiriyorum. Ben duygularımı şarkılar aracılığıyla insanlarla paylaşmak istiyorum ve bunun için müziğimi yayınlıyorum. Türkiye’nin bir müziği var; farklı köklerden beslenerek ortaya çıkmış. Zaman içinde daha farklı kökenli müzik damarları da bu yapıda kendine yer bulmuş. Ancak bazıları pek derin izler bırakmamış ve ne kadar tuttuğundan kimsenin emin olamadığı bir aşı olmanın ötesine pek geçememiş. Söz gelimi rock’n’roll da bunlardan biri. Aşının ne kadar tutacağı aslında dünün değil, bugünün sorunu diye düşünüyorum. Bu nedenle doğrudan bir köken ve devamlılık benim açımdan ne yazık ki tam anlamıyla söz konusu değil. Örnek alacağım ve esinleneceğim çok sayıda müzisyen olmasını çok isterdim… Diğer yandan da, bu ülkenin çok yaygın bir ozan şarkıcı geleneği var. Kullanılan armoniler, temalar ve enstrümanlar ne kadar değişirse değişsin kendimize özgü bir dışavurumumuz var. Bu nedenle kendimi bu geleneğe bağlı olarak tanımlamak daha doğru geliyor ve “alt kültür”, “rakçı/rocker” gibi temsili kategori ve imaja yönelik tanımlar ne sosyolojik ne de müzikal olarak bana hiç anlamlı gelmiyor. Hem ben öncelikle bir amatör müzisyenim. Ruhen amatörlüğümü asla yitirmeyeceğime inanıyorum; ama ürünlerime profesyonel ciddiyetiyle yaklaşıyorum. Kendi şarkılarımı yazıyorum, düzenliyorum, icra ediyorum, tüm sürecin yapımını üstleniyorum. Bu yalnızca bir inandın sonucu değil aslında; gönül isterdi ki çok iyi müzik yapımcıları (prodüktörleri) ve ses mühendisleriyle çalışabileyim. Müzik üretim süreci uzmanlaşma gerektirir ve ben şarkı yazmanın ötesindeki aşamalarda yetkin olmadığımın bilincindeyim. Bu süreç içinde bana biçilen ozan şarkıcı kimliğimi terk etmek istemiyorum, halimden memnunum.
Az önce sözünü ettiğiniz az sayıdaki esin kaynaklarından söz eder misiniz?
Ben Amerika’dan, Japonya’dan ya da Fas’dan gelmedim. Bu ülkede doğdum ve bu yaşa kadar yaşadım ve bu ülkenin kültürü ile yoğruldum. Dile getirdiklerim bu ülkede yaşayan insanların duygularıdır. Ben bu ülkede doğdum ve yaşıyorum, ama bu ülke dışındaki dünyayla olan iletişimimi her zaman canlı tuttum. Dünyayı, olanaklarım elverdiği kadar izlemeye ve araştırmaya çalıştım. Ben bu ülkenin kentlisiyim, kentte doğdum ve hep kentte yaşadım. Müziğimde kendi yaşam deneyimimden edindiğim konuları ve çıkardığım kurguları dile getiriyorum. Bu ülkede köy kültürü almış pek çok başarılı insan var ve başarılı müzik eserleri ortaya koyuyorlar. Örneğin Aşık Veysel herkesin değerini kabul ettiği köyden çıkmış bir sanatçı. Ama bu ülkeden İdil Biret, İlhan Mimaroğlu da çıkıyor; hepsi farklı kültür birikimlerinden geliyor ve bu ülkenin onur kaynağı olabiliyorlar. Müziğimi yaparken kendi kültür birikimimden, bu ülkenin kültüründen kaynak alıyorum, ancak tüm dünyada yapılan ve kitlelere malolan müzikleri de geçmişi ve bugünleri ile izlediğim için şarkılarımda onlardan da esinlendiğim bir gerçek. Rock geleneği içinde Cem Karaca, Barış Manço ve Hardal, ozan şarkıcı geleneği içinde de kuşkusuz Mazhar Alanson ve Bülent Ortaçgil. Bu listeye belki bir kaç ekleme daha yapılabilir, ama yine de ortaya pek uzun bir liste çıkacağı inancında değilim.
Ya yabancı esinler?
Tabii Bob Dylan, Neil Young, hatta Crosby Stills Nash & Young, Michel Sardou, Serge Gainsbourg, daha yenilerden Jeff Lynn, Tom Petty. 80 sonlarında başlayan yeni blues rüzgarı ilgimi çekiyor; eskisinde ben çocuktum, blues müziğini daha çok The Rolling Stones üzerinden falan tanımıştım. Pek çok güzel müziği, Türkiye’deki pek çok müziksever gibi hayli gecikmeli olarak izleme fırsatım oldu. Bundan hiç hayıflanmıyorum, zaten hayat da düz bir çizgi üzerinde ilerlemez.
Türkiye’deki müzik hakkında son bir kaç söz?
Son yıllarda Türk popunda pek çok sanatçının çıkması pek çok albümün yayınlanması Türkiye’deki müzik açısından çok önemli ve bu çabaların tümünü içten destekliyorum. Arzu edilen, bu çabaların tüm diğer müzik türlerinde de verilmesi ve onların da önünün açılması.
Ya müzik endüstrisi ve sponsorluk mekanizması hakkındaki görüşleriniz…

Konuşmalarımızda bir müzik endüstrisi olduğundan söz ediyoruz. Kuşkusuz irili ufaklı firmaları, büyük marketleri, müzik kanalları, dergileri, gazetelerde ilanları ile bu bir gerçek. Ancak müzik endüstrisinin müziğe yeterli yatırımı yapmadığı inancındayım ve sanatçılar yerine göre büyük rakamlara ulaşan yapım maliyetlerini karşılamak için sponsor kullanmak zorunda kalıyorlar. Bu durum yalnız küçük firmalardan yayınlanan eserler için geçerli değil. Piyasadaki pek çok büyük firma ürününün de sponsor logoları eşliğinde boy gösterdiğine tanık oluyoruz. Dolayısıyla ürünün niteliğinden çok sponsorun gücü önem kazanabiliyor. Ben kendi adıma sponsor desteğiyle müzik yapmayı aklımdan bile geçirmiyorum, böyle bir arayışa da hiç girmedim. Bundan sponsor kullananları ayıpladığım gibi bir sonuç çıkmasın, sadece yaptığım müziğin bir marka ile birlikte düşünülmesini kendimce pek estetik bulmuyorum. Zaten kimsenin de çıkıp bana sponsorluk teklif edeceğini aklım kesmiyor.
Müzikteki hedefiniz nedir?
Amacım ve istediğim kendime özgü ve evrensel bir ses örgüsü yakalamak ve bunu olabildiğince başkalarıyla paylaşmak. Bunun için çabalıyorum. Türkiye’de üretilen her türlü müziğin de aynı noktaya ulaşmasını istiyorum. Nasıl flamenko tüm dünyada biliniyor, izleniyor ve kitle bulabiliyorsa, örneğin Türk halk müziğinin de benzer şekilde dünyaca izlenilebilir, sevilebilir hale gelmesi gerek; burada yapılan pop müziğinin de, burada yapılan rock müziğinin de… Sanıyorum bunun yolu da türden bağımsız olarak tüm müzik yapan sanatçılara ve müzik araştırmacılarına, yapıtlarını kitlelere ulaştıracak olanakların sunulması.