Volkan Beyde
Kod Müzik ve Zihni Müzik’den çıkan albümleriyle tanıdığımız, yıllardır Blues’un Türkiye’deki demirbaşlarından olan Gökalp Baykal ve onun grup arkadaşı ve aynı zamanda PC Magazine dergisinde editörlük yapan Cenk Tarhan’la uzun ve keyifli bir röportaj yaptım. Yer yer Cenk’in de katıldığı röportaj benim açımdan bir hayli keyif vericiydi. Niye mi? Çünkü tam kafama göre bir adam bulmuştum, Gökalp Baykal. Bob Dylan, Neil Young, Heavy Metal… Hepsi ama hepsi, buyurun…
Rockbank – Eylül 2001
Son günlerdeki faaliyetlerinizle başlayalım isterseniz.
G. B.: Herhalde müzikal faaliyetlerden söz edeceğiz, yoksa okullar, kitaplar derken konu dağılacak. Grupla yeni şarkılardan oluşan bir albüm için çalışmalar yapıyoruz. 30 Mart İtalyan Kültür konseri için hazırlıklar sürüyor. Bir kısım eski akustik şarkılarımı yeniden ele aldım, onları da ev ortamında ya da başka bir yolla kaydetmek istiyorum. Eğer bu kriz patlak vermeseydi, bir yapımcılık şirketi kurmayı ve farklı çalışmalar yapmayı hayal ediyordum; bu bahar olmadı, bir başka bahara artık. İşler çok yoğun anlayacağınız.
Peki İtalyan Kültür Konseri nasıl bir şey? Hem İtalya bizim düşmanımız değil mi, hahaha.
G. B.: Benim kimseye kişisel bir düşmanlığım yok. Fatih Terim’in de yok, Hakan Şükür’ün de… Şimdi şaka bir yana, o salonda çalmak bir müzisyen için çok keyifli; izlemek de tabii…
Bob Dylan’ı seviyorsunuz. Ben de Bob Dylan’ı çok severim doğrusu. Sizi cezbeden tarafı nedir?
G. B.: Severek dinliyorum Dylan’ı. Kendisini tanısaydım pek sevmezdim belki de…Çok farklı bir insan, evet çok farklı… Belki de beni en çok cezbeden yönü bu. Söylemek istediklerini, alışılageldik olandan çok farklı dile getiriyor. Hep çok sakin, kolay kolay galeyana gelmiyor, aptallarla baş etmesini çok iyi biliyor. İnanmadığı hiç bir şeye “O.K.” demiyor; inandı mı da sonuna kadar gidiyor. Moda diye hiç bir akıma kapılmıyor. Şimdi bunu bir çok kişi yapıyor diyeceksiniz, ama inanın o tür insanların sayısı çok az ve giderek de azalıyor.
Bob Dylan şarkılarının bazılarında mızıkanın beni cezbettiğini saklayamam. Siz de bazı şarkılarınızda mızıka kullanıyorsunuz.
G. B.: Evet, kullanıyorum, ama bunun Dylan ile ilgisi yok. Onu ilk dinlediğim zamanlarda ki yaklaşık 1974-75 olmalı, mızıkayı onun çaldığını bile bilmiyordum. Komik değil mi? Beni mızıkaya yönlendiren daha çok Neil Young olmuştur. O zaten hayatta gerçek anlamda hayranlık duyduğum müzisyenlerin ve hatta ozanların başında gelir. Tabii onun da Dylan’dan ne kadar çok etkilendiği bir gerçek.
Neil Young da ilginç bir adam aslında. Ama bence bir Dylan olması çok zor.
G. B.: Evet tabii… sizce bu böyle olabilir. Bence de öyle, sadece müzikal olarak ondan daha çok etkilendiğimi söylemek istedim. Zaten vagonun lokomotifi geçmesi gibi bir durum söz konusu değil. Dediğim gibi, zaten Young da Dylan’a üstat diyen bir müzisyen ve müzik dünyasında onun kadar haddini bilen müzisyen çok az bulunur.
Peki Dylan’ın koyu bir Hıristiyan olmasını ve bazen de bu yönüyle alay edilmesini nasıl karşılıyorsunuz?
G. B.: Alay edenlerle de ben alay ediyorum sadece…
Dylan türü bir “Rock Ozanı” olmak gibi bir düşünceniz var mı?
G. B.: Düşünce mi? Siz şuna “düş” desenize? Böyle bir şey düşünülemez ve ancak düşü kurulur. Siz elinizden geleni ortaya koyarsınız ve bir gün insanlar sizden “ozan” diye söz etmeye başlarsa, bu düşünüz gerçekleşmiş olur. Elbette ki çabalarım hep bu yönde oldu ve artık kimi yerlerde benden öyle söz ediyorlar. Bunu başardığım için çok mutluyum, ama Dylan gibi Young gibi veya Paul Simon gibi çok geniş bir kitleye erişebilmek hiç kolay değil. Bizim buralardakiyle yetineceğiz anlaşılan.
Bob Dylan üzerine bir kitap da yayınlamıştınız yıllar önce. Bu kitabın tekrardan bir baskısı olacak mı? Şöyle sorayım bir de. Bu kitabı nasıl edinebilirim?
G. B.: Aslında iki kitap yayınladım. İlki 1985′de Stüdyo İmge’den çıkan Bir Şarkı Irmağı”, ikincisi ise 1990′da E Yayınlarından çıkan “Sonsuza Dek Genç”. Bu iki kitap da çoktan tükendiği halde yeni baskıları ne yazık ki yapılmadı. Olsa olsa sahaf dükkanlarında bulabilirsiniz. Ancak size güzel bir haberim var; şu anda iki kitabı birleştirerek, yeniden kaleme aldım ve son 12 yıllık yenilikleri de ekledim. Yıllardır topladığım yeni malzemelerle, son derece zengin bir araştırma haline getirdim. Yeni söyleşiler, bilgiler, şarkılar… Aslında kitap bitmişti ve 2001 Ocak ayında yayınlanacaktı, son anda yeni eklemelere kalkıştım ve biraz uzadı. İlk düzeltmelerini yapmaktayım, kısa süre içinde yayınlanacağını umuyorum.
Peki Bob Dylan’ın size göre en iyi şarkıları desek?
G. B.: En iyilerine benim karar vermem zor, ama en sevdiklerimi söyleyebilirim. Street Legal albümünden “Changing of the Guards”, No Mercy’den “Man in the Long Black Coat”, Bootlegs I-III’den “Seven Days” ve “Series of Dreams”, daha pek çok sayılabilir… Ama bu ne zor bir soru…
Haklısınız zor bir soru. Bence de en iyi daha doğrusu en beğendiğim Bob Dylan şarkıları “Blowin’ In The Wind” ve “Mr. Tambourine Man”. Özellikle “Mr. Tambourine Man”in bendeki yeri başkadır. Bu şarkının hikayesi de ilginç. Sizce “Mr. Tambourine Man” uyuşturucuyu mu yoksa Dylan’ın ilk aşkını mı anlatıyor? Bu konu hakkında okuduklarım bu iki şeyden biri olduğunu söylüyordu da.
G. B.: Hayır! Arada bir metni atlamışsınız ama… Benim ikinci kitabım “Sonsuza Dek Genç”te Dylan, bu şarkının uyuşturucularla hiç bir ilgisi olmadığını ve bir şarkısında gitaristinin tef çalmasından etkilendiğini söylüyordu. Bruce Langhorne, tren tekerleği kadar büyük bir tef çalıyormuş. Ben kendisinin yalancısıyım…Zaten Dylan zaman zaman o kadar karmaşık ve derin imgeler kullanıyor ki dilediğiniz yöne çekebilirsiniz. Bu onun en büyük özelliği.
Siz aynı zamanda öğretim görevlisisiniz. Özellikle Türkiye’de öğretim görevlileri Rock ile bir hayli haşir neşir oluyor gördüğüm kadarıyla. Ne dersiniz, sizce bu Rock’ın entelektüel bir tarafının olduğunu mu gösteriyor?
G. B.: Aslında müziğin bir entelektüel yönü vardır ve bunu kimse yadsıyamaz. Entelektüel veya Türkçe söyleyelim “aydın”, öncelikle düşünen adamdır. İster senfonik müzik yazın, ister halk türküsü, bu değişmez. Eğer düşünmüyorsanız ve belli bir birikiminiz yoksa kalıcı bir şeyler yapamazsınız. Öğretim görevliliğine gelince, evet doğru, pek çok örnek var. Feridun Hürel, Haldun Hürel, Murat Özyüksel, Şuayip Yeltan ilk anda aklıma gelenler; daha pek çok kişi sayılabilir. Sonuçta aydın kişi, birikimini insanlarla paylaşmak da ister; bunu şarkı yazarak veya ders anlatarak yapmak arasında benim gözümde çok büyük bir fark yok.
Aynı şekilde Anadolu Lisesi ve özel okullarda Rock dinleyicilerinin diğerlerine göre daha fazla olduğunu görüyoruz. Halbuki dışarıda yoksulluğun kol gezdiği sokaklar hep Rock’ın başkenti olmuştur. Buna en iyi örnek herhalde Seattle’dır. Türkiye’de neden böyle?
G. B.: Rock müziğin filizlendiği ve büyüdüğü yerlerde elbette öyle ve bizde de böyle. Bizde rock müziği bir yaşam biçimi veya bir felsefe olarak değil, bir form yani biçim olarak hayatımıza girmiştir. Yoksulluğun kol gezdiği sokaklarda ne yazık ki kimsenin müziğe verecek gönlü olmamıştır. Ayrıca bu bir yaşam tarzı farkı, müzik bizde asla yaşamımızın bir parçası haline gelememiştir. Rock düşüncesi kendine yer bulamamış ve jazz gibi elit bir müzik olarak icra edilmiş ve dinlenmiştir. Halbuki jazz da özünde sokakların müziği değil midir? Bu durum sadece rock ile ilgili değil; türkü çalınan barlara da o türkülerin çıktığı toprakların insanları gidiyor mu sizce? Diyorum ya ister canlı ister kayıtlı profesyonelce yapılan müzik, ancak buna erişebilenlerle paylaşılabiliyor ve bu çok acı bir durum. Evet kolej ve özel okul öğrencileri daha fazla seçme hakkına sahipler; bundan eminim çünkü ben de bir kolej mezunuyum.
Albüm satışları hakkında bilgi sahibisinizdir herhalde. Zihni o sıralar bayağı bir albüm çıkardı. Bütün parasını o sıralar harcadı. Ondan sonra da “satmıyor” deyip sadece Diken’in albümlerini yayınlayacağım dedi. Zihni’nin o dönemki hatasını şimdi Gökalp Baykal mı ödüyor sizce?
G. B.: Zihni’nin hata yapıp yapmadığına ben karar veremem. Müziğe asla ticari gözle bakmadığım ve zaten ticaretten de hiç anlamadığım için, aslında ne bedel ödediğimin bile farkında değilim belki de… Tabii ki yaptıklarımın çok daha fazla insana ulaşmasını çok isterdim. Bunu kim istemez; ancak major plak şirketlerinin bile video kliplerini parayla yayınlatabildiği bir ortamda, bağımsız şirketlerin çok küçük bütçelerle yapımlarını duyurmaları ve satmaları çok zor. Günümüzde müziğinizi insanlara ulaştırmak ciddi bütçeler istiyor. Ayrıca dinleyicinin hiç mi suçu yok? Kimse ne çıkmış, kim ne yapıyor diye araştırmıyor, önüne hazır getirileni ve hatta kendisine dayatılanı dinlemekle yetiniyor. Tabii bazen inanılması güç durumlar da oluyor, Hardal’ın 2000 tarihli “Yeniden Doğuş” adlı albümünü büyük bir şirket yayınlamıştı, adını hatırlamıyorum, ama kimsenin haberi oldu mu? Oysa öyle kaliteli bir albüm çok az yapılmıştır buralarda.
Hardal’ın albümünü yanılmıyorsam Hades Plak yayınladı. Çok büyük bir müzik şirketi değil onlar. Evet “Yeniden Doğuş” albümü çok kaliteli bir albüm!
G. B.: Bir yanlışlık olmasın yalnız? Hades’in ne yayınladığını bilmiyorum, belki bir toplama çıkmıştı hani; ilk iki plaktan seçmeler falan… Ama son albüm Universal veya Raks gibi bir major plak şirketiydi. Hemen soralım, bir telefon yeter. (az sonra) Evet S Yapım ve Raks dağıtım. Konu açıklığa kavuşmuştur!
İnternet üzerinden albüm yayınlamayı düşünüyorsunuz. Nasıl olacak bu?
G. B.: Aslında çok zor değil, bir siteye konacak ve isteyen download edecek. Hepsi bu… Bir de bu şarkıların içinden bazıları temizlenmiş halleriyle albüm haline de gelecek yakın zamanda. Tümü, 1997-99 yılları arasında gerçekleştirdiğim unplugged yani akustik konserlerden derlenmiş şarkılar. Bir kaç tane de çıkmış albümlerde bulunmayan şarkı olacak tabii…
Ne zaman yayınlanacak bu albüm?
G. B.: Kısa süre içinde, ama kesin tarih vermek çok güç. İlk duyuranlardan biri siz olacaksınız, merak etmeyin…
Cenk Tarhan daha hard şeyler dinliyor, Gökalp Baykal da hiç öyle şeyler sevmiyor. Nasıl bir uyum oluyor aranızda? Bu soru ikinize de.
G. B.: Bakın buna hiç katılmıyorum. Size bu izlenimi nasıl verdiğimi de bilemiyorum. Ben heavy metal, trash, hardcore dinlemiyorum; ama büyük bir keyifle punk dinliyorum. Sex Pistols halen çok severek dinlediğim gruplardan biri. Hard rock da dinliyorum, Black Sabath ve Rainbow harika gruplardır ve hala dinlerim. Sahnede de yeri geldiğinde grup halinde “sağlam” gürültü yapıyoruz; ama bu asla metal değil.
C. T.: Dinlemek başka çalmak başka şey. Bir grupla çalarken her zaman dinlediğiniz müziği çalmanız gerekmiyor, ortak bir nokta buluyorsunuz.
Sen heavy metali çok seven birisin bildiğim kadarıyla. Peki Gökalp Baykal’la çalışma fikrini kimden aldın?
C. T.: Gökalp benim çok eski arkadaşım. Birgün geldi ve çalışmalarından bahsetti, evinde toplandık ve birşeyler çaldık o gün bu gündür devam ediyoruz.
Yıllardan beri bir heavy metal grubu kurma hayalin vardı. Bunu gerçekleştirebildin mi?
C. T.: Hayır.
Blues’u sever misin?
C. T.: Hayır.
Heavy metal sevmediğinizi çok eski bir röportajınızda okumuştum. Sanıyorum 93 Stüdyo İmge. Tarihte yanılıyor olabilirim. Heavy metal dinlemiyorsunuz diye düzeltmeliyim galiba.
G. B.: Evet daha doğru olur. O konuda Cenk daha dişe dokunur şeyler söyleyebilir herhalde.
Siz Kramp’ın albümünde, İdris Tübcil de sizin albümünüzde çalmıştı. Türleriniz pek fazla uyuşmamasına rağmen böyle bir dayanışma var aranızda.
G. B.: Eee, tabii… Kramp’dan Nezih Onur ve Doğan Sakin benim Bakırköy’den eski arkadaşlarım. Nezih’le daha önce bir demo kaydetmiştik, 92 yılıydı. Hatta bir kez Krampla birlikte barda sahneye bile çıktım, tabii solist olarak. Yabancılar albümümde ise İdris çalacağı zaman, onun türüne en yakın şarkıları seçtim. Sonuçta rock and roll bu, birbirimize çok yabancı değiliz.
Kesinlikle! Rock and Roll bu ve birbirimize çok uzak değiliz. Yanılmıyorsam yayınlanmayan enstrümantal kayıtlarınız var. Bunları yayınlamayı Düşünüyor musunuz? Ya da bunları nasıl dinleyebiliriz?
G. B.: Bu kayıtları mevcut haliyle yayınlamak artık zor. Günümüzün teknolojisiyle yeniden yapılmaları, hatta düzenlenmeleri gerekiyor. Durup ilk nefes aldığımda yapacağım ama… Mevcut kayıtları ise ilk çoğaltma yaptığımda size ulaştırırım.
Blues’un efsanevi isimleri Muddy Waters, B.B. King, Michael Bloomfield gibi isimler size neyi ifade ediyor? Benim için yerleri doldurulamayacak isimler bunlar, sanırım sizin içinde öyle.
G. B.: Kuşkusuz benim için de öyle. Özellikle Muddy Waters çok büyük adımlar atmış bir öncüydü. John Lee Hooker, Jimmy Reed… Onlar da bu yolun taşlarını ilk döşeyen devlerdi. Ama bu yolun projesini yapan Robert Johnson’dır. Ledbelly de bir ekoldür… Onları çok seviyorum. Bloomfield, Dylan ile de çalmıştı, harikaydı. Bugün için Johnny Winter ve George Thorogood da önemli isimler.
Geçen aylarda Moğollar’dan Taner Öngür “Heavy Metal aptal müziğidir” demişti. Bu olayı ve de sizdeki metali yorumlar mısınız?
G. B.: Taner Öngür’ün böyle bir şey söylediğinden haberim yok açıkçası. Herhalde bir gerekçeye dayanarak söylemiştir. Kendisini az çok tanıyorum ve boşa konuşan bir insan olmadığını biliyorum. Şimdi bu olayı bir cümleden yola çıkarak değerlendirmekten kaçınıyorum. Metale gelince, çok fazla söyleyecek bir şeyim yok; ben hard rock tercih ederim ve dinlerim.
C. T.: Çok yerinde bir tespit. Büyük ihtimal ben de aptal olduğumdan seviyorumdur heavy metal’i. Daha fazla devam etmeyeyim, Taner Öngür sevdiğimiz saygı duyduğumuz bir abimizdir.
Neden kediler?
G. B.: Çünkü onlar dünyanın en güzel ve en iyi yaratıkları. Web sitemde de öyle yazıyor… Onlarla çok iyi anlaşıyorum, hiç nankör değiller, hele insan denen canlıyla karşılaştırıldığında. Beni çok olumlu yönde motive ediyorlar; duygularını çok sakin bir biçimde bana iletiyorlar ve onların bu sevgisine layık olmak için elimden geleni yapıyorum. Gerçi Cenk hiç hoşlanmaz kedilerden ama neyse bu konumuzun dışında kalıyor.
Sizce müzik yaşam biçimi olabilir mi?
G. B.: Müzik ile yaşamak bir yaşamsal tercihtir elbette. Yaşamınızın ağırlıklı bir parçası olabilir ve taşınması hiç de kolay bir yük değildir. Sokakta tezgah kurmuş kasetçi ya da korsan CD’ci için daha ağır olabilir tabii… Şaka bir yana, her an müziği düşünmek, araştırmak, yeni müzikal güzellikler bulduğunda ve yaşadığında keyiflenmek önemli. Müzikle yaşamayı seçen insanlar, boş zamanlarında müzik dinlemezler.
C. T.: Hayır, müzik çalınır veya dinlenir. Yani aynen yemek yapmak ve yemek yemek gibi bir şey.
Haklısınız, müzik boş bir iş değil ki boş zamanlarımızda dinleyelim. Hayatın ta kendisi!
G. B.: Aynen katılıyorum. Hep yanarım, müziğe yeteri kadar zaman ayıramadığım için. Keşke farklı koşullar olsaydı…
Bundan sonraki sorularım liriklerinizle ilgili olacak. “Bir Şans Daha” sizin bahsettiğiniz Blues’un sizdeki en iyi örneği diyorum ben, peki sizce en iyi Blues şarkınız hangisi sizce?
G. B.: En sevdiğim demek istiyorsunuz herhalde. Ben “Bir Şans Daha”yı balad olarak yorumluyorum. Yazdıklarımın içinde en sevdiğim blues şarkım ise “Gizli Saatlerde”, ama daha yayınlanmadı ne yazık ki. Belki bir gün… Ama yayınlananlar içinde “Bir Uğultu Duyuyorum’u söyleyebilirim.
En sevdiğim ve en iyi kelimelerini birbirine karıştırdım; özür dilerim. “Tatsız, Tuzsuz” isimli şarkınızda biraz da espritüel bir şekilde hayatı ele alıyorsunuz. Gerçekte de bu kadar pozitif misiniz hayata karşı?
G. B.: Sanıyorum yaş ilerledikçe kimi insan negatifleşiyor, kimisi de pozitifleşiyor. Ben ikinci grupta yer alıyorum herhalde. Şimdi daha fazla düşünüp taşınıp yazıyorum, kelimeleri daha ekonomik kullanıyorum. Bu çok doğal bir gelişme tabii…
“Aslında Bütün Yaptığım”… Bu şarkının lirikleri de güzel bence. Bu tarz sözleri nasıl yazıyorsunuz? Yani akşam eve dönüp o yorgunlukla….
G. B.: Eee… onu akşam eve döndüğümde yazmamıştım galiba… sabaha karşı da olabilir. Neyse, bir şarkının yazılmasıyla yorgunluğun ilişkisi yok aslında. Yine de genellikle çok geniş zamanım olduğunda, bir yere yetişmek zorunda olmadığım anlarda daha üretken olduğum da bir gerçek.
Hiç yalnız kalmadınız mı?
G. B.: Evet, doğuyu söylemek gerekirse pek fazla kalmadım. Her zaman “iyi” birileri olmuştur yanımda ve böyle olduğu için de kendimi çok şanslı sayıyorum. Bu ifadenin yer aldığı “Köprüler ve Yabancılar”, bu dünyada bizi yalnız bırakıp gidenlere ithaf edilmiştir. Hiç birisini de unutmadım…
Kimleri unutmadınız peki?
G. B.: Şimdi bir saymaya kalksam, bu derginin sayfaları yetmez. Çok insan var, kaç tane kedim de var aralarında… En iyisi bu konuyu kapatalım, bana hep hüzün veriyor.
Ya “On Yıl Geçti”… Sanırım bunun bir hikayesi var?
G. B.: Evet, ama eskide kaldı, on yıl geçti üzerinden, hatta daha fazla, belki on beş… Çoktan unuttum diyorum ya…
Bir bilgisayar dergisinde çalışmak nasıl bir duygu?
C. T.: Güzel, hem sevdiğiniz işi yapıyorsunuz, hem gelişmeleri en yakından takip etme şansı buluyorsunuz, bir de üstüne para veriyorlar.
Peki alanınla ilgili bir soru. İnternetten telefon görüşmesi yapılan programları bilirsin. Nasıl oluyor? Hangi programı önerirsin? Ve bana biraz anlatır mısın hahahaha. Şaka bi yana bunu bana anlatırsan sevinirim.
C. T.: Ben hepsini denemedim, Amerika ile görüşme yapmak istiyorsanız Dialpad.com kullanın, hem bir ayar gerektirmiyor, hem de ses kalitesi çok iyi.
Röportaj için teşekkürler. İnternet albümünüzü sabırsızlıkla bekliyoruz. O albümden sonra bir röportaj daha yapar mıyız?
G. B.: Siz istedikten sonra keyifle. Ayrıca ben teşekkür ederim
Son cümlelerinizi alalım. Görüşmek üzere…
G. B.: Derginizden bir kopya isterim. Ayrıca tüm arkadaşlara sevgiler selamlar.
C. T.: Hepinize başarılar diliyorum, bu tür çalışmaları her zaman takdir etmişimdir. Başarılar, sevgiler.